İlk aşıyı kimler buldu Osmanlı Arşiv belgeleri
İlk aşıyı kimler buldu
Lale Devri’nde zamanın başkenti Edirne’de yaşayan İngiliz İmparatorluğu Sefiri Edward Montegue’nın eşi Lady Mary Wortley Montegue, 1718 yılında bavullarıyla Londra’ya döner. Britanya adası o yıllarda kıtaları dahi aşan ve toplu ölümlere neden olan çiçek hastalığı salgınıyla boğuşmaktadır. Lady Montegue, belki bütün Britanya İmparatorluğu’nu değil, ancak o an için Kraliyet Ailesi’nin nefes almasını sağlayacak bir formülle yurduna dönmüştür. Lady, eşinin sefaret görevi sırasında Osmanlı İmparatorluğu’ndaki tabiplerin çiçek hastalığına çare bulduğunu keşfetmiştir. Önce arkadaşı Sara’ya bir mektupla dönemin ölümcül hastalığı ‘çiçek’ten’ ölenleri sorar. Çaresinin Osmanlı’da bulunduğunu yazar. Dünya tıp tarihine aşı ile ilgili ilk kayıtlardan birini de bu mektupla düşmüş olur. Edirne’de saraylarda çiçek hastalığına karşı aşı yapıldığına şahit olan Montegue, İngiltere’yi bu hastalıktan kurtaran formülü de götüren isimdir.
Hastalığı geçiren insanların kollarından sıvı alınıp güneşte kurutulduğunu, kuruyan sıvının da sulandırılarak iğneyle cildin çizilip üzerine damlatıldığını anlatır mektupta. Lady, eşinin görevi bittiğinde ise varilasyon adı verilen yöntemle yapılan aşıları ülkesi İngiltere’ye götürür. Aşının ilk defa Osmanlı’dan Batı’ya geçişi de bu şekilde olur.
Aşı ile tedaviyi geliştirenlerin Türkler olduğunu kanıtlayan ilk belge işte bu hikâye ile kayıtlara geçer.
Aradan bir asır geçer. Louise Pasteur, Fransa’nın ünlü kimyagerlerinden biridir. Kendine ait mütevazı laboratuvarında çeşitli çalışmalar yapar. 1885’in Temmuz ayında Fransa’da Jupille isimli bir çocuk, kuduz köpek tarafından ısırılır. Pasteur, laboratuvarında ürettiği kuduz aşısını ilk defa bu çocuğa uygular ve başarılı olur. Olay akademik çevreler tarafından duyulsa da, “Kuduz ’un da aşısı mı olurmuş!” denilerek tıp otoriteleri tarafından hiçbir destek gelmez. Fransa hükümetinden de destek alamayan Pasteur’e sadece bir kişi el uzatır. O da zamanın Osmanlı padişahı Abdülhamit’ten başkası değildir. Abdülhamit gelişmelere seyirci kalmayıp Pasteur’u çalışmalarını geliştirmek için İstanbul’a davet eder. Pasteur, ihtiyar olduğunu öne sürerek davete icabet etmez. Fakat Abdülhamit’in, ‘Sana üç adamımı göndersem eğitebilir misin?” ricasını ‘Büyük bir şerefle!’ diyerek kabul eder. Tabii bu dönemlerde kuduz Osmanlı’da ölümlere yol açmakta ve insanlar ölmektedir.
Abdülhamit hiç vakit kaybetmeden Askeri Tıb Mektebi’nden Zoeros Paşa, Hüseyin Hüsnü ve Hüseyin Remzi Bey’i Pasteur’un yanına gönderir. Gitmeden önce Abdülhamit üç kişiyi yanına çağırarak devletin en yüksek liyakat madalyası olarak bilinen, “ilmiye ve askeriyede mümtaz kişilere” verilen ‘Mecidiye Nisanı’nı’ Pasteur’e vermelerini söyler. Ayrıca Pasteur’e Fransa’da insanların yararına bir ‘Aşı Hayırhanesi’ kurması için de 800 lira gönderir. (O gün o parayla İstanbul’un en gözde semti Bebek’te yaklaşık 160 orta halli ev alınabiliyordu.) Yaklaşık yedi aylık eğitimden sonra, 1887’nin Ocak ayında Zoeros Paşa’nın kliniğinde Daûl-Kelp Ameliyathanesi (Kuduz Tedavi Müessesesi) kurulur. 1888’in Kasım ayında ise Pasteur, Abdülhamit’in de desteğiyle mütevazı laboratuvarını genişleterek bir enstitü kurar.
Osmanlı Arşiv belgeleri
Osmanlılarda ilk devirler ve hatta umumiyetle İstanbul’un fethinden önceki Çağ hakkındaki malumatsızlığı bir sebebi de 1402 ye kadar toplanan Osmanlı devlet arşivi Timur tarafından Bursa’nın yağmasında yakılmış olmasıdır onun için 1402 den önceye ait elimizde çok az resmi belge vardır.
1453'ten sonra hele l6. Asırdan itibaren, muazzam imparatorluğun herhangi bir yerinde geçen ufak bir adli Hadise bile, muasır vesikalarda saklıdır. Fakat bu milyarlarca (yalnız İstanbul'un arşivlerinde Tahmine göre 150 milyon) vesikanın yüzde biri bile tetkik edilmiş değildir. Arşivde koleksiyonlarda, ekseriya karmakarışık bir halde bulunmaktadırlar. Maalesef birçoğu da kaybolmuştur. 1931 de kıymetine paha biçilemez milyonlarca Osmanlı vesikasının kamyonlara doldurulup Bulgaristan'a paçavra fiyatına satılması buna bir misal teşkil eder.
Bir Alman Tarihçi şöyle diyor:" Türk arşivlerinin tasnif ve neşri neticesinde, bir gün gelecektir ki bütün dünya Türk milletinin Hayatındaki bu vukuatın asıl hakiki çehresini görecektir. "(H.H.Scheel, ll.T.T. Kongresi Zabıtları, 673).
Türkçe vesikalar dışında yabancı dillerde yazılı vesikaların da azameti akıl almaz derecedir. Mesela Dubrovnik (Ragusa) gibi küçücük bir şehrin arşivinde, Türklerle alakadar, Latince ve başka dillerde değil, yalnız Türkçe vesikaların âdeti 9000 dir. Bosna Sarayı, Zagreb, Belgrad arşivlerindeki Türkçe vesikalarda binlerledir. (Bayraktaraviç, ll.T.T. Kongresi zabitleri, 1970. Büyük Avrupa arşivlerinde bu sayı devleşmektedir.
Yılmaz Öztuna Büyük Türkiye Tarihi Cilt ll Sf:242
Yorumlar
Yorum Gönder