İşte bilimin çözemediği 13 olay!
Bilim dünyası 13
olayı tartışıyor.. Bu olaylar ne teorilere uyuyor, ne de
yanlışlıkları ispat ediliyor!
Bilim insanları,
bugüne kadar bilinen teorilere uymayan, çok sayıda olay
gözlemledi. Bu olaylar kabul edilen kurallara aykırı duruyor; ama
yanlışlıkları da ispat edilmiş değil. İşte bilimin çözemediği
on olay!
1) ETKİSİZ İLACIN (PLASEBO) ETKİSİ NEDİR?
Etkisiz ilaç verilen hastaların, tıpkı normal ilaç almış
gibi kendilerini iyi hissetmelerinin nedeni nedir, bilinmiyor.
Şüphesiz duymuşsunuzdur, ilaç yerine verilen etkisiz
ilaçların, tıpkı ilaç almış gibi etki yaptığını.. Ama
nasıl etkidiği ve nedeni bilinmiyor.. Plasebo etkisinin gücünü
siz de evde bir deneyle görebilirsiniz, tabii bu deneyi üzerinde
uygulayabileceğiniz birisini bulabilirseniz! Günde birkaç kez,
birkaç gün boyunca birinin canını yakın. Deney'in son gününe
kadar ağrıyı morfin ile kontrol altına alın. Bu son gün morfin
yerine tuzlu su kullanın. Sonuçta tuzlu suyun ağrıyı azalttığını
göreceksiniz.
İşte plasebo etkisi buna deniyor. Bu etki
bazen çok güçlü olabiliyor. Yukarıdaki deneyi ilk kez İtalya'da
Torino Üniversitesi'nden Fabrizio Benedetti yaptı. Doktorlar
plasebo etkisinin onlarca yıldır farkında.
Benedetti,
ayrıca Parkinson hastalarında da plasebo etkisini araştırdı.
Tuzlu suyun plasebo etkisinin hastalarda titreme ve kas sertliğini
azalttığını gören (Nature Neuroscience, vol 7, p 587) Benedetti
ve ekibi, hastalara tuzlu su verirken beyinlerindeki nöronların
faaliyetlerini ölçtü. Deneyde "Alt-talamik çekirdek"teki
nöronların, tuzlu su verildikçe daha az tetiklendiği anlaşıldı.
Bu şekilde hastalığın semptomları düzelirken, nöron
faaliyetleri de azalıyordu.
Benedetti bu deneyden elde
edilen sonuçları şöyle değerlendiriyor: "Burada neler olup
bitiğini öğrenmek zorundayız. Ancak bir şey kesin: Beklentiler
ve terapötik sonuçlar arasındaki ilişki, beyin-beden etkileşimini
anlamak için mükemmel bir model oluşturuyor. Şimdi bilim adamları
plasebo etkisinin nerede ve ne zaman devreye girdiğini anlamaya
çalışıyor. Hastalıklar farklı da olsa altta yatan mekanizma
aynı olabilir".
2) BIG BANG
RADYASYONU YAYILIMI UZAYDA NASIL EŞİT OLUYOR
‘Ufuk
Problemi' adı ile bilinen olgu, ‘büyük patlama'dan geride kalan
radyasyon yayılımının evrenin her yerinde nasıl eşit olarak
dağıldığıdır. Astrofizikçiler sorunu çözmek için göbek
patlatıyor.
Evren anlaşılmaz bir şekilde tekdüzedir.
Görülür evrenin bir ucundan diğerine, uzayı bütünü olarak
incelerseniz, kozmosu dolduran mikrodalga geri plan radyasyonunun
sıcaklığının her yerde aynı olduğunu görürsünüz. Bu ilk
bakışta şaşırtıcı gelmeyebilir; ancak bir uçtan diğer uca
mesafenin 28 milyar ışık yılı olduğu ve evrenin 14 milyar
yaşında olduğu düşünülürse, bu sonucun ne denli anormal
olduğu ortaya çıkar.
Hiçbir şey ışık hızından daha
hızlı değildir. Dolayısıyla ısı radyasyonunun, Big Bang
sırasında ortaya çıkan soğuk ve sıcak noktalar arasındaki
farklılığı eşitlemek için iki ufuk arasında yol alması mümkün
görünmüyor. Bu "ufuk problemi" kozmologların başını
ağrıtan en önemli problemlerden biri. Ortaya atılan ve herkes
tarafından kabul edilmeyen görüşler var.
3) EINSTEIN
YANILIYOR MU?
10 yıldan daha uzun bir zamandır Japonya'daki
fizikçiler varolması mümkün olmayan kozmik ışınları
gözlüyorlar. Kozmik ışınlar, evrende ışık hızına yakın bir
hızda yol alan parçacıklardır Dünya'da tespit edilen bazı
kozmik ışınlar, süpernova gibi şiddetli olaylar sırasında
üretilir ve bunlar doğada görülen en enerjik parçacıklar.
Kozmik ışın parçacıkları uzayda yol alırken, evreni
dolduran düşük enerjili fotonlarla çarpışarak enerjilerini
yitirirler. Einstein'ın özel görelilik kuramına göre bizim
galaksimizin dışındaki bir kaynaktan çıkıp Dünya'ya gelen
kozmik ışınlar, o kadar fazla sayıda enerji azaltıcı çarpışmaya
maruz kalır ki, bunların maksimum olası enerjisi 5 x 10 19
elektronvolta çıkar. Buna Greisen-Zatsepin-Kuzmin sınırı adı
verilir.
Ne var ki son 10 yılda, Tokyo Üniversitesi'nden
Akeno Giant Air Shower Array adı verilen 111 parçacık dedektörü,
GZK sınırının üzerinde birkaç kozmik ışın tespit etti.
Kuramsal olarak bunların, enerji yitirmemiş olmaları için, bizim
galaksimizin içinden gelmesi gerekir. Ancak astronomlar galaksimizin
içinde bu kozmik ışınların gelmiş olabileceği bir kaynak
bulamadılar. Peki bunlar nereden geliyordu?
Bir olasılığa
göre Akeno sonuçları yanlış olabilir. Bir diğer olasılık ise
Einstein'in yanılıyor olmasıdır. Einstein'ın özel görelilik
kuramına göre uzayın her yönde aynı olması gerekir. Ancak
parçacıkların bazı yönlere doğru daha kolay yol alması
durumunda ne olacak? O zaman kozmik ışınlar enerjilerinin daha
fazlasını koruyabilir ve GZK limitlerinin dışına çıkabilir.
Arjantin, Mendoza'daki Pierre Auger deneyindeki fizikçiler
de bu sorun üzerinde çalışıyor. 3000 kilometre kare üzerine
yayılan 1600 dedektörden yararlanan bilim adamları, gelmekte olan
kozmik ışınların enerjilerini tespit ederek Akeno sonuçlarının
daha iyi anlaşılmasını sağlayabilecekler.
4) HOMEOPATİK
ERİYİKLER ETKİLİ Mİ?
Homeopatik yöntem, kimyasal
ilaçların sulandırılması esasına dayanır; tek bir ilaç
molekülü içermeyecek noktaya gelinceye kadar sulandırılma devam
etse dahi, suyun iyileştirme özelliğini koruduğu iddia edilir. Bu
nasıl oluyor?
Belfast'taki Queen's University'den farmakolog
Madeleine Ennis ise homeopatiyi şiddetle eleştirenler arasında.
Homeopatinin hiçbir işe yaramadığını düşüncesinde.
Ennis,
son makalesinde, iltihabi yangı durumunda ortaya çıkan insan
akyuvarları üzerinde aşırı sulandırılmış histaminin
etkilerini araştırdı. Bu bozofiller, hücre saldırı altındayken
histamin adı verilen maddeyi salgılar. Bunlar bir kez salgılandığı
zaman, histamin bozofillerin daha fazla salgılamasını engeller.
Farklı laboratuvarlarda tekrarlanan bu çalışma homeopatik
eriyiklerin histamin gibi etki yarattığını ortaya çıkartmış.
Bu sonucun üzerine Ennis bu etkinin yok sayılamayacak kadar gerçek
olduğunu kabul etmek zorunda kalmış.
Bu nasıl oluyor?
Homeopatlar kömür, örümcek zehiri gibi maddeleri etanol içinde
eriterek, bu "ana eriyik"i su ile tekrar tekrar sulandırır.
Sulandırma düzeyinden bağımsız olarak homeopatlar, orijinal
ilacın su molekülleri üzerinde iz bıraktığını iddia eder.
Ennis'in niçin konuya kuşkuyla yaklaştığını
anlayabiliyoruz. Kaldı ki homeopatik tedavinin, geniş kapsamlı,
plasebo-kontrollü klinik bir deneyde bugüne dek yararlı olduğu
kanıtlanmadı. Ancak Belfast çalışması (Inflammation Research,
vol 53, p 181) bazı şeylerin "etkin olduğunu"
gösteriyor. Enis diyor ki: "Bulgularımızı açıklamakta
zorlanıyoruz. Dolayısıyla başkalarını ileri deneyler yapması
için teşvik ediyoruz. Eğer bu ileri deneylerde sonuçlar olumlu
çıkarsa kimya ve fiziği yeniden yazmamız gerekebilir."
5)
KARA MADDE VAR DENİYOR, AMA NEDİR AÇIKLANAMIYOR!
Fizikçiler,
evrende bazı olayları açıklayabilmek için kara maddenin var
olduğunu söylüyor.
Yerçekimi konusundaki bilgilerimizi
galaksilerin nasıl döndüğü konusuna uyarladığınız zaman,
ortaya yeni bir problem çıkar, çünkü galaksilerin hızla
birbirlerinden ayrılması gerekir. Galaktik madde merkezi bir nokta
etrafında yörüngeye oturur, çünkü bunların karşılıklı
kütleçekimsel cazibesi, merkezcil kuvvetler yaratır. Ancak
galaksilerde, gözlenen dönmeyi yaratacak miktarda kütle yoktur.
Amerikalı astronom Vera Rubin, 1970'li yılların sonlarına
doğru bu anormalliği tespit etti. Fizikçilerden gelebilecek en
anlamlı tepki, görebildiğimizden daha fazla kütlenin
varolabileceği doğrultusundaki önermeydi. Burada sorun bu "kara
madde"nin ne olabileceği konusunda kimsenin bir fikri
olmamasıydı.
Şu anda hâlâ bu soruya kimse yanıt
veremiyor. Öneri bol ama bu konuda bir ortak bir görüş yok. Bu da
bilim adına utanılacak bir konu. Astronomik gözlemlere göre kara
madde evrendeki kütlenin yüzde 90'ını oluşturmakla birlikte,
insanoğlu bu yüzde 90'ın ne olduğunu bilmemekte.
Büyük
bir olasılıkla en önemli neden belki de böyle bir şeyin
varolmamasıdır. Rubin de gerçeğin bu olduğuna inanıyor: "Eğer
seçme şansım olsaydı, geniş mesafelerdeki kütleçekimsel
etkileşiminin doğru olarak tanımlanması için Newton'ın
yasalarının değiştirilmesini talep ederdim."
6) MARS'TA METAN
GAZININ KAYNAĞI NE?
Viking uzay araçlarından biri Mars'ta
metan gazı var, diğeri yok diye rapor etti? Var mı yok mu?
1976
yılında Gilbert Levin gört gözle uzay aracı Viking'den gelecek
verileri bekliyordu. Mars'tan milyonlarca kilometre uzakta, Viking
uzay araçları Lander, yerden aldıkları toprak örneğini
karbon-14 etiketli madde ile karıştırdı. Lander'ın üzerindeki
enstrümanlar, topraktan yayılan emisyonun içinde metan gazı
olduğunu saptarsa, Mars'ta yaşam olduğu anlaşılacaktı.
Viking
sonucun pozitif olduğunu belirtti. Demek ki bazı organizmalar
karbon-14'ü sindirip yaktığı için metan gazı çıkıyordu.
Ancak bu sonuçlar beklenilen etkiyi yaratmadı. Çünkü,
organik molekülleri bulmak için tasarlanan başka bir enstrüman
hiçbir şey bulamamıştı. Bilim adamları da Viking'in yanlış
veri gönderdiği konusunda görüş birliğine vardı. Peki Viking
niçin pozitif sonuç göndermiş olabilirdi?
Tartışmalar
şiddetlendi. Bu arada NASA'nın Mars'a son gönderdiği Rover'ların
yolladığı bilgilere göre Mars geçmişinde sulak bir gezegendi ve
bu nedenle yaşam olasılığı vardı. Levin, Mars'tan gelen tüm
verilerin yaşam olduğuna ilişkin görüşünü desteklediğini
ileri sürüyordu.
Ve Levin bu iddiasından hiçbir zaman
vazgeçmedi ve bu konuda da yalnız değil. Los Angeles'teki Güney
Kaliforniya Üniversitesi'nden hücre biyoloğu Joe Miller, verileri
yeniden gözden geçirerek, emisyonun 24 saatlik biyolojik döngüsüne
ilişkin kanıtlar içerdiğini ileri sürdü. Bu da, yaşamın
olduğuna ilişkin çok önemli bir kanıttı.
Acaba öyle
mi? Mars'a gönderilecek araçların, Mars'ta yaşam olup olmadığını
bazı moleküllerin şekline bakıp karar verecek.
7) HESAPTA
OLMAYAN BU PARÇACIKLAR DA NE?
Atomun yapısı modelinde asla
yer almayacak bazı parçacıklar gözlendi. Eğer bu doğruysa,
evrenin genişlemeyi bir kenara bırakın, kendi üzerine çökmesi
gerekirdi!.. Ama bu parçacıkların varlığına inananlar da var.
Bu nasıl oluyor?
Bundan 4 yıl önce Fransa'da bir parçacık
hızlandırıcısı varolmaması gereken 6 parçacık tespit etti.
Bunlara tetra-nötron adı verildi. Dört nötronun birbirine
bağlanmasıyla oluşan bu yapılar fizik yasalarına meydan
okuyordu.
Caen'deki Ganil hızlandırıcısında çalışan
Francisco Miguel Marques ve arkadaşları bu yapıları yeniden ele
geçirmenin yollarını arıyor. Eğer başarılı olurlarsa bu
kümeler, atomik çekirdekleri bir arada tutan kuvvetleri yeniden
gözden geçirmemize neden olacak.
Ekip, berilyum çekirdeğini
küçük bir karbon hedefe ateşleyerek, çevresindeki dedektörde
biriken parçacıkları inceledi. Dedektörlere çarpan 4 ayrı
nötronun izini göreceklerini umut ediyorlardı. Oysa Ganil ekibi
yalnızca tek bir dedektörün üzerinde tek bir ışık çakması
tespit etti. Bu ışık çakmasının enerjisi, dedektöre 4 nötronun
aynı anda çarpmış olabileceğini gösteriyordu. Kuşkusuz, bu
rastlantısal bir keşif olabilirdi. 4 nötron aynı yere aynı anda
rastlantısal olarak varmış olabilirdi. Ne var ki bunun bir
rastlantı olma olasılığı çok düşüktü.
Ancak
tetranötronların varolma olasılığı da bu rastlantı kadar
düşüktü. Çünkü parçacık fiziğinin standart modelinde
tetranötronlar yer almaz. Pauli ilkesine göre aynı sistem içindeki
iki proton veya nötronun bile kuantum özellikleri aynı değildir.
Aslında bunları bir arada tutan şiddetli nükleer kuvvet o şekilde
ayarlanmıştır ki, bırakın 4 nötronu bir arada tutmayı, iki
yalnız nötronu bile birlikte tutamaz. Marques ve ekibi bu keşif
karşısında o kadar büyük bir şaşkınlığa uğramış ki,
bulguların yanlış olduğunu düşünüp bir kenara atmışlar.
Bu arada tetranötronların varlıklarına ilişkin başka
kuşkular daha söz konusu. Fizik yasalarını bir kenara itip 4
nötronun birbirine bağlanmasına izin verdiğiniz takdirde kaos
meydana gelebilir (Journal of Physics G, vol 29, L9) Bu şu anlama
geliyor: Evren genişlemeye fırsat bulamadan çökerdi!..
Bu mantık
silsilesinin içinde yine de bazı boşluklar var. Hâlihazırda
geçerli olan kuramlar tetra nötronların var olabileceğini kabul
ediyor, ancak çok kısa ömürlü bir parçacık olarak. Maddenin
çoklu nötronlardan oluşabileceği fikrini destekleyen bir başka
kanıt da nötron yıldızları. Çok fazla miktarda yapışık
nötron içeren bu unsurlar, nötronların kümeleşmeleri durumunda
açıklanamayan bazı kuvvetlerin ortaya çıkabileceği olasılığını
gündeme getiriyor.
8) PIONEER 10 VE
11'İ UZAY BOŞLUĞUNA ÇEKEN NE?
Şimdi güneş sisteminin
dışına çıkarak yıldızlararası boşlukta yol alan Pioneer 10
ve 11 uydularını uzay derinliklerine çeken veya iten bir enerji
var, bu nedir?
Bu iki uzay aracı ile ilgili bir öykü.
Pioneer-10 1972 yılında fırlatıldı, Pioneer 11 bir yıl sonra
yola çıktı. Şu günlerde iki uzay aracı, uzayın derinliklerinde
sürükleniyor. Ancak bunların yörüngesi göz ardı edilemeyecek
kadar önemli.
Çünkü bunları bir şey itiyor veya çekiyor
olabilir. Bu şey uzay araçlarının hızlanmasına yol açıyor.
Gerçi sonuçta ortaya çıkan hızlanma saniyede bir nanometreden
küçük! Bu da Dünya'nın yüzeyindeki yerçekiminin on milyarda
birine eşit. Ancak yine de Pioneer 10'u 400.000 kilometre öteye
sürükleyecek kadar güçlü. NASA'nın, Pioneer 11 ile bağlantısı
1975 yılında kesildi. Ancak o noktaya kadar Pioneer 10 ile benzer
bir sapmaya maruz kalmıştı. Bu sapmanın nedeni ne olabilir?
Bunun kimse bilmiyor. Yazılım hataları, güneş rüzgarları
veya yakıt sızıntısı gibi bazı olası açıklamaların
yanlışlığı şu ana kadar kanıtlandı. Eğer bunun nedeni kütle
çekimsel bir etkiyse, bu bizim bildiğimiz kütle çekimi olamaz.
Aslında, bazı fizikçiler bu konuda o kadar çaresizler ki, bu
gizemi açıklamak için açıklaması olmayan başka fenomenlere
başvurmaktan çekinmiyorlar.
İngiltere'deki Portsmouth
Üniversitesi'nden Bruce Bassett, Pioneer bilmecesinin, hassas yapı
sabiti olan alfa'daki değişikliklerden kaynaklanmış olabileceğini
ileri sürüyor. Diğerleri nedenin kara delikle ilgili olabileceğini
düşünüyor.
Bazıları da uzay aracından gelen erken
yörünge bilgilerinin yeniden incelenmesi gerektiğine inanıyor. Bu
veriler, yeni bilgilerin ışığı altında incelendiğinde taze
fikirlere zemin hazırlayabilir. Ancak sorunun temeline inebilmek
için güneş sisteminin derinliklerindeki yerçekimsel etkiyi test
edecek yeni uzay araçlarına ihtiyaç var. Böyle bir aracın 300
ile 500 milyon dolara mal olacak olması NASA'yı düşündürüyor.
Yine de Pioneer anomalisinin fark edilemeyen bir ısı kaynağı gibi
çok basit bir nedene bağlı olabileceği olasılığı da var.
9)
EVRENİN GENİŞLEME HIZINI ARTIRAN NE?
Keşif doğru,
genişleme artan hızla sürüyor, fakat bu hızı artıran kuvvetin
ne olduğu bir sır.
Bu, fiziğin en utanç verici, en ünlü
problemlerinden biridir. 1998 yılında astronomlar evrenin giderek
artan bir hızda genişlediğini keşfettiler. Ancak bu sonuç hálá
nedenini arıyor. O zamana kadar evrenin genişlemesinin Big Bang'den
sonra yavaşladığı düşünülüyordu.. Ann Arbor'daki Michigan
Üniversitesi'nden kozmolog Katherine Freese, "Süpernova,
galaksi kümeleri gibi gözlemlerimizden elde ettiğimiz bilgilerin
bizlere uzayın genişlemesi ile ilgili bilgi vereceğini umuyoruz"
diyor.
Bir öneriye göre boş uzayın bazı özellikleri bu
konuyla ilgili. Kozmologlar buna kara enerji diyor. Ancak bu da her
şeyi açıklamakta yetersiz. Ayrıca evren geniş anlamda ele
alındığı zaman Einstein'ın genel görelilik kuramının biraz
manipüle edilmesi gerekiyor.
10) UZAYDAKİ KUIPER UÇURUMU
NASIL AÇIKLANACAK?
Plüto gezegeninin ötesinde buz tutmuş
kayaların olduğu bir kuşak vardır. Bu Kuiper kuşağını
geçtikten hemen sonra, birden hiçbir şeyin olmadığı boşluk
başlıyor. Bu nasıl oluyor?
Güneş sisteminin iyice uç
noktalarına doğru yol alır ve Pluto'nun ötesine geçerseniz çok
tuhaf bir şeyle karşılaşırsınız. Birden, buz tutmuş kayalarla
kaplı uzay bölgesi olan Kuiper kuşağını geçtikten hemen sonra
artık hiçbir şey yoktur.
Astronomlar bu bölgeye Kuiper
uçurumu adını veriyor, çünkü kaya yoğunluğu birden bire bu
bölgede azalıyor. Bu nasıl oluyor? Bunun tek yanıtı 10. gezegen
olabilir. Bu arada Quaoar veya Sedna'dan bahsetmiyoruz. Dünya veya
Mars kadar büyük olabilen bu masif nesne, bölgeyi çer-çöpten
temizliyor olabilir.
Colorado, Boulder'deki Southwest
Araştırma Enstitüsü'nden Alan Stern, "GezegenX"in
varlığı ile ilgili kanıtların giderek inandırıcı bir boyuta
ulaştığını belirtiyor. Hesaplamalar böyle bir gezegenin, Kuiper
uçurumunun varolma nedeni olabileceğini düşünse de, kimse bu
gizemli 10.gezegeni görmüş değil.
Ancak bunu da
açıklayabiliriz. Kuiper kuşağı Dünya'dan çok uzak olduğu için
işe yarar bir görüntü almak zordur. Bölge hakkında bir şey
söylemeden önce oraya gidip bu kuşağa bir göz atmak gerekir.
Ancak bu da bir on yıldan önce olmaz. NASA'nın Kuiper kuşağı ve
Pluto'ya doğru yol alacak olan New Horizon uzay aracı, 2006 yılının
ocak ayında fırlatılacak. 2015 yılından önce Pluto'ya
ulaşamayacak olan uzay aracı, ancak o zaman bu bilinmeyen bölgeyle
ilgili bilgi gönderebilecek. Bu arada Kuiper uçurumunun ne olduğunu
öğrenmek isteyenlerin yapacağı tek şey, uzayı izlemek.
11) 28
YILDIR AÇIKLANAMAYAN SİNYAL NEREDEN GELDİ?
1977 tarihinde
Ohio State University'den astronom Jerry Ehman, "Big Ear"
adı verilen radyo teleskobunun kaydettiği sinyali görünce
şaşkınlıktan küçük dilini yutuyordu. Uzaydan alınan bu sinyal
37 saniye sürdü. Aradan 28 yıl geçti ama kimse bu sinyali neyin
gönderdiğini çözemedi.
Yay (Sagittarius) takımyıldızı
yönünden gelen radyasyon pulsu, 1420 megahertz radyo frekansı
aralığı içindeydi. Bu frekans, uluslararası antlaşmalar
gereğince yayın yapılması yasaklanan bir radyo frekansı içinde
yer alıyor. Gezegenlerden gelen termal emisyonlar gibi doğal
kaynaklı radyasyonlar, genellikle daha geniş frekansları kapsar.
Peki bu sinyali ne göndermiş olabilir?
Bu yöndeki en yakın
yıldız 220 ışık yılı uzaktadır. Eğer sinyal buradan gelmiş
olsaydı, çok daha güçlü bir astronomik olay meydana gelmiş
olurdu -veya çok gelişmiş bir verici kullanan uzaydaki ileri bir
uygarlıktan geliyor da olabilir.
Bu tarihten sonra
gökyüzünün o dilimi yüzlerce kez tarandı. Ve bir kez daha o
sinyale rastlanmadı. Ancak Big Ear teleskobunun, herhangi bir
zamanda, gökyüzünün milyonda birini taradığını düşünürsek,
aynı dilim içinde yayın yapan uzaylı bir vericinin yeniden tespit
edilmesinin de çok zor olduğu anlaşılır.
Başkaları
bunun çok basit ve sıradan bir açıklaması olduğunu düşünüyor.
SETİ projesinde görev alan bilim adamlarından Dan Wertheimer, bu
sinyalin kirliliğin bir sonucu olduğunu düşünüyor. Başka bir
deyişle bu, Dünya'daki bir vericiden kaynaklanan radyo frekansı
enterferansı (parazit) olabilir. Wertheimer, "Buna benzer pek
çok sinyale rastlıyoruz. Bu tür sinyallerin genellikle interferans
olduğunu anlıyoruz" diyor.
12) ASLA
DEĞİŞMEMESİ GEREKEN ALFA YOKSA DEĞİŞTİ Mİ?
Alfa
sabiti, değişmiş olabilir mi? Eğer öyleyse bu fiziğe ihanet
anlamına gelir. Alfa, ışığın maddeyle nasıl etkileşim içine
girdiğini belirleyen çok önemli bir sabittir ve değişmemesi
gerekir.
1997 yılında, Sydney'deki New South
Üniversitesi'nden astronom John Webb uzaktaki bir kuasardan Dünya'ya
gelen bir ışığı analiz etti. Kuasarlar, çok uzakta olup
kuvvetli radyo dalgaları gönderen gökcisimleridir. 12 milyar
yıllık yolculuğu sırasında bu ışık, demir, nikel ve krom gibi
metal bulutları arasından geçmiş olmalıydı. Ve bilim adamları
bu atomların, kuasar ışığın fotonlarının bir kısmını
emdiğini keşfetti.
Eğer bu gözlemler doğruysa, alfa adı
verilen hassas yapı sabitinin, ışık, bulutlar arasından geçerken
farklı değerlere sahip olduğu varsayımı ortaya çıkar.
Ancak
bu fiziğe ihanet anlamına gelir. Alfa, ışığın maddeyle nasıl
etkileşim içine girdiğini belirleyen çok önemli bir sabittir.
Dolayısıyla değişmemesi gerekir. Bunun değeri, elektronun
yüküne, ışığın hızı ve Planck'ın sabitine bağlıdır.
Bunlardan biri değişmiş olabilir mi?
Fizikçilerin hiçbiri
bu ölçümlerin doğruluğuna güvenmek istemedi. Webb ve ekibi
sonuçlarında bir yanlışlık olup olmadığını inceliyor. Ancak
şu ana kadar bir hataya rastlamadılar.
Webb'in bulguları
alfa ile ilgili bilgilerimize meydan okuyan tek fenomen değil. Bugün
Gabon, Oklo'da bulunan ve 2 milyar yıl önce aktif olan, bilinen tek
doğal nükleer reaktör, ışığın madde ile etkileşimi ile
ilgili bir şeyin değiştiğini gösteriyor. Los Alamos National
Laboratory'den Steve Lamoreaux ve ekibi, Oklo'nun başlangıcından
bu yana alfanın yüzde 4'ten fazla azaldığını ileri sürüyor.
Ancak Paris'teki Institute of Astrophysics'ten astronom
Patrick Petitjean , Şili'deki Very Large Teleskope (VLT) tarafından
saptanan kuasar ışığı analiz edince, alfanın değiştiğine
ilişkin herhangi bir bilgiye ulaşmadıklarını bildirdi. Bu arada
VLT'ın ölçümlerini inceleyen Webb, Paris ekibinin daha gelişmiş
bir analize ihtiyaçları olduğu sonucuna vardı. Bu ölçümler
üzerinde çalışan Webb ve ekibi bu yılın sonlarına doğru
anomaliyi çözdüklerini açıklayabilir.
13) SOĞUK FÜZYON
YOKSA GERÇEK Mİ?
Oda sıcaklığında çok kolay yoldan
bedava enerji elde edildiğinde, bütün ülkelerin enerji sorunu
çözülecektir. 16 yıl önce böyle bir deney gerçekleştirilmiş
ve dünya ayağa kalkmıştı. Ancak, bu deney bir daha
tekrarlanmamıştı. Şimdi bu düşünce yeniden canlandı!
16
yıldan sonra soğuk füzyon yeniden gündemde. Aslında, soğuk
füzyon hiçbir zaman gündemden düşmemişti. ABD Deniz kuvvetleri
laboratuvarlarında, nükleer reaksiyonların, oda sıcaklığında,
tükettiğinden fazla enerji üretip üretmeyeceği konusunda 200'den
fazla deney yürütüldü. Böyle bir sonuç, sadece yıldızların
içinde oluşur..
Eğer bu, yani kontrollü soğuk füzyon
yeryüzünde gerçekleşirse, enerji sorunumuz biter. Amerikan Enerji
Bakanlığı yeni soğuk füzyon deneylerine yeniden açık çek
verdi..
Enerji Bakanlığı'nın 15 yıl önce yayımlanan
ilk raporu, Utah Üniversitesi'nden Martin Fleischmann ve Stanley
Pons 'un orijinal soğuk füzyon sonuçlarının yenilenmesinin
mümkün olmadığını açıklıyordu.
Soğuk füzyonun
temel iddiası şuydu: Paladyum elektrotları ağır suya batırıldığı
zaman ortaya çok büyük miktarda enerji çıkacaktı. Sonuçta bir
enerji patlaması yaşanacaktı. Burada sorun füzyonun oda
sıcaklığında gerçekleşmemesiydi.
George Washington
Üniversitesi'nden mühendis David Nagel'e göre bu sorun değil.
Süper iletkenlerin açıklanmasının 40 yılda açıklandığına
dikkat çeken Nagel, soğuk füzyonu bu aşamada reddetmenin
yanlışlığına değiniyor. Yani hala umut var!
Yorumlar
Yorum Gönder